site okul selçuk izmir

DOLAR
EURO
ALTIN
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İzmir °C
site rehber selçuk izmir

ARAP İSYANI-IV-

12.11.2014
A+
A-

asil-tuncer111Halife ve İmparatorluğu tezyif için[Atay, a.g.e.. S: 105..] Lloyd George, Kudüs’ü bizden alan Allenby için; “General Allenby’in adı, Haçlı seferlerinin sonuncusu ve en şereflisinin faili olarak her zaman hatırlanacaktır”[Avcıoğlu, Türkiyenin Düzeni., 1.Kitap, s. 35.]. Sh:38

1. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında bir İngiliz diplomatları söylüyor:

“Batı’daki milliyetçilik akımını ezemediğimiz gibi, Pan-İslamizmi de ezemeyiz. Amacımız, parçalamak, uzlaştırmak ve yönetmek olmalıdır. Parçalamak ve uzlaştırmak gereklidir; çünkü müslümanların, bir temel ilke olan ama şimdilik hemen hemen unutulmuş bulunan, “müslümanlarmüslüman olmayanlar-yönetilmez” ilkesi etrafında toplanmalarını istemiyoruz” Sonyel, Salahi,Türk Kurtuluş Savaşı ve DışPolitika, Ankara1973,c.I,s.187

Meşhur casus Lawrence ise şunları söylüyor:

“Araplar hiçbir zaman bir bayrak altında toplanamayaklar ve tek bir devlet olamayacaklardır. Onlar için en mükemmel idare, Türk idaresidir. Biz kendi menfaatlerimizin icabı ola ihtiyarlamış ve değişen şartlara göre yaşama gücünü tazelememiş bu idareyi yıkacağız ve istediklerimizi elde edeceğiz, kat hiç bir zaman Türkler’in yerini alamayacağız. Bu yer, ebediyyen boş kalacaktır” [Kutay, Cemal, Tarihte Türkler-Araplar, İstanbul 1970, s. 247.]

Bu alıntımız tamamen doğrudur. İngiltere’nin maksadını ortaya koymakla beraber İslâm’ın güzel bir prensibinide belirtmektedir. Sh:74

Thomas Edward Lawrence (1888-1935) Arapları Osmanlı’ya karşı ayaklandıran İngiliz subayıdır. İlk kez 1910’da geldi Türkiye’ye. Fırat kıyısında arkeolojik araştırmalar adı altında, petrole ve etnik yapıya ilişkin bilgi topladı. Mezopotamya, Suriye, Filistin ve Mısır’da Arapça öğrendi, İslam ritüellerini tanıdı. Temel görevi, Osmanlı hakimiyetindeki Arap ülkelerini Osmanlı’ya karşı kışkırtmaktı. Bunu başardı da. Araplar, Yemen, Filistin ve Irak cephelerinde isyan ederek İngiliz saflarına katıldı. Araplar arasında Türk düşmanlığı yaygınlaştı. Arap dünyasının büyük bir kısmı, Osmanlı’dan ayrılıp İngiliz sömürgesi oldu. Osmanlı’nın yıkılışıyla Lawrence’in görevi nihayete erdi. Anılarını ‘Bilgeliğin Yedi Sütunu’ adıyla kitaplaştırdı ve burada Türklerin kendisine tecavüz ettiğini iddia etti. 1935’te İngiliz ordusundan emekli oldu. Aynı sene İngiltere’de bir motosiklet kazasında öldü. Hayatı, filmlere ve romanlara konu oldu.

YAHUDİLERİN TUTUMU

Ayrı bir konu olduğu için burada arz edemeyeceğiz, ancak biliyoruz ki II. Abdülhamid döneminde Yahudilerin arzularına gem vurulmuş, kendilerine itibar edilmemişti. Yahudiler II. Abdulhamid’i tahtan uzaklaştırmakla Filistin topraklarında yerleşme, sonrasında da devlet olma merhalelerine ereceklerini biliyorlardı. Bu sebeple de Jön Türk denilen grubun içerisine sızmışlar, İttihat ve Terakki ile bu maksatlarına ulaşmışlardır. Nitekim; “Arapların Jön Türklere gösterdikleri tepki, başlangıçta olumlu oldu. İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde önemli bir yerleri yoktur, “çoğu subay” birkaç Arap cemiyete girmiş ve liderli ile yanyana çalışmışlarsa da bunu Arap milliyetçileri olarak değil,Osmanlı vatandaşı olarak yapmışlardı. Aslında bu hareket içinde Osmanlı Yahudileri, Araplardan çok daha önemli rol oynamışlardı” [Mansfield;a.g.e,s.92.]

I.Dünya savaşında Nablus ve Gazze savaşlarını Yahudilerin ihanetleriyle kaybettik.[Ünal,Tahsin,TürkSiyasiTarihi1700-1958,5.Baskı,Ankara1978,s.447].

Genelkurmay Başkanlığı bir yayınında Filistin’deki Yahudi ihanetleri hakkında şunları söylemektedir:

“Filistin’de Siyonizm cereyanına taraftar bazı Musevilerin Osmanlı egemenliğini bozacak gizli örgütleri olduğu biliniyordu. Yapılan araştırma sonunda, birçok belgeler hükümetin Bu kuşkusunu doğrulamıştır. Bu gizli örgütün özel postası, mahkemesi, bayrağı ve doğrudan doğruya devletin egemenliğiyle ilgili diğer faaliyetlere rastlanmıştır. Bunun üzerine kesin tedbirler alınmış ve belirli bir süre içinde Osmanlı uyruğuna geçmek isteyen Fransız, İngiliz ve Rus musevileri yurt dışına çıkarılmıştır”[ GenelkurmayBaşkanlığı, …Filistin-SinaCephesi, c.IV,Kısım,s.6-7].

HATALAR

Araplar’ın Hataları

Araplar İslâmiyet’le birlikte devamlı yükselmişler, inanılma sı zor bir zamanda büyük medeniyet sahibi olmuşlardır. Sebep İslâmiyet’e uymalarıdır. Yani Allah’ın dediklerini yapmalarıdır.

Araplar 1916’da Osmanlı’ya isyan etmişlerdir. Osmanlı kadar hatalı politika izlerse izlesin Hristiyan dünyasıyla birli halifenin ülkesine karşı gelinmemeliydi. İsyanın sonunda Araplar Batı’nın, özellikle İngiltere’nin kontrolüne girmişler 1945’e kadar durum bu şekilde kalmıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyet Rusya’nın etkisi görülmeye başlamış birçok Arap ülkesinde başta Irak, Suriye ve Mısır’da komünizm hızla yayılmıştır. 1970’lerden itibaren çeşitli sebeplerle bu sefer de yine Batı taraftarlığı başlamış ve günümüze gelindiğinde koca Ortadoğu Amerika’nın kontrolüne girmiştir.

Araplar bir Batı bir Sovyet taraftan olup, bunların kültürlerini yaşamaya çalışmıştır. Ancak ne kadar yazıktır ki ARAP ÂLEMİ 1916’DAN BERİ BİR KERE DAHİ OLSUN, NE İSTTİKLÂL MÜCADELELERİNDE, NE DE SONRASINDA İSLAMİYET’İ AKILLARINA GETİRMEMİŞLERDİR. İslâmiyet onlar için sadece salavât getirmek düzeyinde kalmıştır. 1988 yılın ilân edilen Filistin Devleti’nin anayasasına baktığımızda İslâmiyet’ten söz edilmiyor. İslâmiyet’i camilere gömmüşler [Halloum,a.g.e,s.259…vd.]

Araplar birleşmiyor. Başlarındaki diktatörler sırtlarını Batı ya da Sovyet’e dayamışlar, Batı’nın ahlâksızlıklarını yaşıyorlar. Araplar bunlardan kurtulduğu zaman birleşebilecektir.

Araplar kendi tarihlerini, Osmanlı ile olan münasebetlerini Batı tarihi ile okumaya son vermelidirler.

Türkler’in Hataları

Türkler’in yani en büyük hatamız; Batı’ya, Batı kültürüne yönelik, Batı’nın öğrettiği haliyle 1916 için Araplar’a kırılmak, onları ağır biçimde suçlamak ve yöneticilerimizin çoğunun İslâmlamiyein dostluk ve kardeşliğinden uzak olmalarıdır. Dış politikamızda izzet-i nefsimizi bir kenara bırakarak, Amerika’nın yörüngesine girmek ayrı bir hatadır. Aslında bütün mesele; hem Türkler’in hem de Araplar’ın İslâm olmayışıdır. Ne kadar yazılırsa yazılsın, meselenin bilinen bütün boyutları ne olursa olsun İslâmiyetbuhususda mihenk taşıdır. Türkiye 1949’da olduğu gibi birçok kereler Amerikan doları için Arapları yalnız bırakmıştır.

ORTADOĞU’NUN HUZURSUZLUĞU

Osmanlı sonrasında Ortadoğu’da büyük bir huzursuzluğun Vıişandığı açıktır. Önce İngiliz ajanı Ağa Han’ın sözlerini aktaralım:

“Türkiye, zamanında tek bağımsız Müslüman ülke olarak dünyada yalnız başına ayakta durabilmiştir. Bütün eksiklerine rağmen İstanbul’daki rejim, İslâmlığın dünyevî yüceliğinin gözle görülür kalıntısını temsil etmekteydi. Halifelik de bütün Sünnîleriçin büyük önem taşıyan bir bağ niteliğindeydi.

İslâm topluluğunun Türk İmparatorluğunun parçalanmasına karşı oluşu bir temele dayanıyordu. Bu temel, Osmanlı’ların Ortadoğu’nun çetrefilli siyasal gerçeklerini anlamış ve kavramış gerçek devlet adamları oluşuydu” .[ Mansfield;a.g.e,s.92.]

Osmanlı’nın lslâmî politikası vücudu saran bir ruh gibi Ortadoğu’yu içine almıştı. Ortadoğu’da Osmanlı yani lslâmî politika çekilince, milliyetçilik, sosyalizm gibi kavramlar ortaya çıkmaya başladı. Kargaşa doğdu. Batı sömürü yansına ve kavgasına girişti. Osmanlı bu bölgeye herhangi bir karşılık beklemeden herşeyini verdi. Onun yerini arz ettiğimiz gibi hayasızca yapılan sömürü kavgası aldı. Sh: 138.

1897 Türk-Yunan Savaşı’nı yerinde izleyen İngiliz milletvekili SirEllisAchmeadBartleti, anılarında İngilizlerin Türklere karşı birdenbire başlattıkları düşmanlıktan şöyle bahseder:

1894 yılı Aralık ayını izleyen on ay içinde gazeteciler, karışıklıklar hakkında aslı ve esası olmayan birtakım söylentilere dayanarak Türkler aleyhinde en kötü şeyleri yazdılar. Bunların dillerine doladıkları olayların ya hiç aslı yoktu, yahut çok önemsiz iken abartılmıştı. Gazeteciler gerçekte asla yapılmamış şeylerden dolayı Türkleri ve Osmanlı Hükümeti’ni vahşet ve dehşet ile suçladılar. İngiltere’de dokuz ay hiç mevcut olmayan hallerden dolayı Türkler, Türk askeri ve Osmanlı Hükümeti hakkında ağır şeyler yazdılar. Türkler, vahşice hareketler yapmakla suçlandılar, iftiraya uğradılar. Bazı teröristlerin serbestçe hareketlerini önlemek için alınan önlemler sonucu doğal olarak birkaç yüz kişi öldü ise İngiliz gazeteleri bunu otuz, kırk bine çıkarmaktan çekinmediler.24

Söz konusu İngilizler akıl almaz yalanlarla bir yandan Osmanlı’yı sözde barbar, geri, ilkel, vahşi bir toplum olarak göstermeye çalışırken, bir yandan da “Osmanlı yıkılmalıdır” mesajını verir. Osmanlı Devleti’ne “Hasta Adam” II. Abdülhamit’e de hiçbir dayanağı olmayan “Kızıl Sultan” adını İngilizler takar. Başbakan Asquit bir konuşmasında: “Osmanlı Devleti ölüm döşeğine yattı. Dünya için bir şer ve fenalık yuvası olan bu hasta bir daha canlanmayacak” diye meydan okur.25 Tüm bu propagandalar, İngiltere’nin Osmanlı’yı parçalama stratejisi ile birlikte yürümektedir. 1898’de İngiltere başbakanı LordSalisbury, Petersburg’daki büyükelçisine gönderdiği direktifinde “Osmanlı ülkesinin yarısında İngiltere’nin, yarısında Rusya’nın sözü geçsin”26 önerisinde bulunarak bu stratejiyi ifade eder.

İngiltere’nin tüm bu Osmanlı aleyhtarı propagandasını dayandırdığı önemli bir unsur vardı: Türk düşmanlığı. Britanya yönetimi, sömürgeciliğin genel kuralına uygun olarak, hedef aldığı toplumu “geri, ilkel, barbar” gibi sıfatlarla tanımlama ve kendisini haklı gibi gösterme yolunu seçmişti.

2. Meşrutiyetin ilanı üzerine İngiliz Sir E. Grey’in 11 Ağustos 1908 tarihinde yazdığı mektup bu yaklaşımın bir ifadesiydi: “Türkiye’de olanlar öylesine harikadır ki, anayasayı uzun müddet devam ettireceklerini sanmıyorum. Irklarının… etkisiyle yeniden şiddete ve düzensizliğe kayacaklardır.”27

LordSalisbury ise 1911 tarihli bir gizli belgede Türkler ile ilgili olarak şöyle diyordu:

… Aynı maskara Osmanlılık devam ediyor. Fanatik cahil insanlar, barbar millet, kapitülasyonların da kalkmasını istiyorlar. Türkler daima Türk kalacaklar, hiçbir zaman Avrupalılaşamayacaklar…28

Bu dönemlerde Türk düşmanlığı İngilizlerin etkisiyle Amerika’ya da sıçramıştı. ABD’li senatör Lodge’un sözlerinde bu durum şöyle belirginleşir: “İstanbul Türklerden tamamen alınmalı, bir veba tohumu, savaşların yaratıcısı, komşuları için bir hakaret olan Türkler Avrupa’dan silinmelidir…”29

Pierre Loti

1912 yılında Wilson’a Morgenthau’nun Türkiye’ye elçi olarak atanması önerildiği zaman ise ABD başkanı, “Türkiye diye bir şey olmayacak ki, elçi göndermek gereksin” cevabını vermişti ve ABD’deki Türk düşmanlığını da şu sözlerle ifade etmişti: “Amerika’daki Türk düşmanlığı inanılmayacak ölçüdedir. Amerika kamuoyunun onaylayacağı, Ermenilerin ya da herhangi bir milletin Türklere karşı korunmasıdır.”30

Aynı tarihlerde ABD’den henüz dönen Türk dostu ünlü yazar Pierre Loti gördüğü Türk düşmanlığı karşısında hayrete düşmüş ve şöyle demişti: “Henüz yeni döndüğüm ABD’de, alelâde Türklerden söz edildiği zaman Asya aşiretleri, barbarlar gibi deyimler kullanılmaktadır.. “31

Ahmet Rıza da La crise de L’Islâm adlı eserinde Batının Türkler aleyhindeki propogandasını Batılıların ağzından şöyle anlatır: “Klasik barbar ve zalim tipini muhafaza etmekte olan Türklerin Avrupa’da kalmalarına tahammül etmek Avrupa medeniyeti için bir lekedir; Türkler Avrupa’dan kovulmalıdır.”32

Ancak İngiltere ve Avrupa’da hakim olan bu ırkçı rüzgara kapılmayan ve Türk insanını takdir edebilen sağduyulu kimseler de vardı. 19. yüzyılın sonlarında Türkiye’ye yolculuk yapan İngiliz yüzbaşıFrederickBurnaby bu ender kişilerden biridir. Burnaby’nin Küçük Asya Seyahatnamesi adlı Osmanlı’yı konu alan eserinde anlattıkları hem objektif hem de gerçektir. İngiltere’de Türk düşmanlığının kışkırtılmaya başlandığı ve Türklere karşı her türlü aleyhte faaliyetin hızlandığı bir dönemde bu İngiliz subayı Anadolu’da seyahat etmiş ve herşeyi bizzat yerinde incelemiştir. Burnaby izlenimlerini şöyle aktarır:

Türk ulusunu yerin dibine batıran, onu dünyada akla gelebilecek her türlü kötülükle suçlayan ülkemizin insanları hikayeler yazmayı bırakıp, Anadolu’da küçük bir yolculuğa çıksalar iyi ederler… Kendilerini Hıristiyan sayan yazarlar birçok konularda Küçük Asya’daki Türklerden ders alsalardı keşke.33

Aynı şekilde Balkan Savaşları sırasında ülkemizde bulunan yabancı ve tarafsız birçok savaş muhabiri Türkler hakkında doğru tanıklıkta bulunmuşlardır. “Madem ki Avrupa’da Türk askerlerinin yağmacı ve insan öldürücü olduğunu yazanlar, iddia edenler bulunuyor. Buna karşılık şiddetle protesto etmek bizim görevimizdir. Biz onlarda sabır ve dayanıklılıktan, insaf ve doğruluktan başka bir şey görmedik ve hiçbir zaman vahşice davranışlarına rastlamadık.”34

I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nda İngiltere’nin Rolü

Woodrow Wilson

İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu’nu ve Türk Milleti’ni hedef alan propaganda savaşı, I. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele yıllarında da ısrarla sürdü. Osmanlı topraklarını Fransa ile paylaşmaya girişen İngiliz yönetimi, bu istilasını sözde meşru gibi gösterebilmek için 40 yıldır sürdürdüğü “barbar Türkler” masalını daha da güçlendirerek devam ettirdi.

İngiltere’nin başını çektiği İtilaf Devletleri tarafından 1917 yılında yayınlanan bir bildiride, Dünya Savaşı’nın amacının Avrupa uygarlığına yabancı görülen Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa dışına atılması olduğu açıkça belirtildi. Müttefikler ABD başkanı Wilson’un isteği üzerine 10 Ocak 1917’de açıkladıkları savaş amaçlarında, “uygar dünya bilmelidir ki, Müttefiklerin savaş amaçları herşeyden önce ve zorunlu olarak… Avrupa uygarlığına kesinlikle yabancı olan Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa dışına atılmasını içerir” diyorlardı.35

Yine savaş yıllarında İngiliz savaş bakanı olan LordKitchener “Türkiye’yi mahvedinceye kadar savaşa devam edeceğiz” diyordu.36 Dönemin İngiliz başbakanı Lloyd George da savaş sırasında verdiği memorandumda şöyle yazmıştı:

Arapça konuşan her yer Osmanlı İmparatorluğu’ndan alınmalı ve manda haline getirilmelidir. Türkler Anadolu’nun büyük bir kısmına sahip olacaklar, fakat Avrupa’da hiçbir toprak sahibi olamayacaklardır. Türklere boğazlarda ve denizlerde hiçbir yer verilmeyecektir.37

LordKitchener

Türk düşmanı Lord Curzon da Türklere beslediği düşmanlığı çok özet biçimde ifade ediyordu: “Türkler Avrupa’dan atılmalıdır.”38 Aynı hedef İngiltere başbakanı Lloyd George tarafından da şöyle ifade ediliyordu: “Türkler yüzlerce yıl Avrupa’da kaldılar ve Avrupa’daki bütün belaların başı oldular. İstanbul Türk değildir, Yunanlıdır. Türkler oradan atılmalıdır.”39

Dünya Savaşı yıllarında ifade edilen bu İngiliz niyetleri, savaşın sonunda ise uygulamaya kondu. Savaşın galibi olan devletler, en ağır barış şartlarını Osmanlı üzerine empoze ettiler. Türkleri kendilerince “geri, barbar, ilkel” bir millet olarak görmeye o kadar şartlanmışlardı ki, müzakere etmeyi bile gereksiz buluyorlardı. Filistin’i işgal eden İngiliz ordularının komutanı General Allenby henüz 15 Kasım 1918’de: “Sorunlar Türkler ile tartışılmamalı; ancak onlara isteklerin yerine getirilmesinin zorunlu olduğu söylenmelidir”40 diyordu. Hemen arkasından da: “Türkler için askerlik mesleği tamamen kapanmıştır” diyerek, askerlerin terhis edilmesi işlemlerini başlattı. Aynı şekilde donanmamıza da İngilizler tarafından el konuldu. Kazım Karabekir Paşa İstiklal Harbimiz adlı kitabında İngilizlerin ordunun terhisi sırasında sergiledikleri çirkin tutuma da değinmiştir: “İngilizler, gelişigüzel nedenler yaratarak Osmanlı subaylarını tahkir etmişlerdir.” 41

Lloyd George

Savaş sonrasında imzalanan Mondros Mütarekesi Osmanlı İmparatorluğu için çok ağır şartlar içeriyordu. Mütarekenin uygulama tarzı ise galip devletlerin Türk Milleti’ni yok etme hedeflerinin açık bir göstergesiydi. Özellikle de 7. ve 24. maddenin hükümleri Osmanlı açısından kabulü mümkün olmayan içerikteydi. Maddelerden biri, gerekli görüldüğü hallerde stratejik noktaların işgalini mümkün kılıyor, diğeri ise bir karışıklık çıktığı anda Doğu Anadolu Bölgesi’nin işgal devletleri tarafından işgal edilebileceğini öngörüyordu. İngilizler mütarekenin hemen ardından Musul şehrini işgal ettiler, ki bu, anlaşma metnine uymayacaklarının önemli bir göstergesi idi. Çünkü anlaşma metninde Musul’un işgaline yönelik bir madde mevcut değildi ve 7. maddenin uygulanmasını gerektirecek herhangi bir sebep de yoktu. Bundan başka İngilizler anlaşma metnine aykırı olmasına rağmen İskenderun’u da işgal etmek istediler. Ayrıca Mondros Mütarekesinin 11. Maddesine göre Kars, Ardahan ve Batum Türklerde kalacağı halde İngilizler bu eyaletlerin boşaltılmasını istediler. İngilizlerin başını çektiği işgal güçleri filolarını İstanbul önlerine çekerek, toplarını Dolmabahçe ve Yıldız saraylarına çevirdiler. Ardından İngiliz işgali başladı. Meclis-i Mebusan’ı süngüyle dağıtıp, milletvekillerini sürgüne gönderdiler.

İngiliz askerleri bu işgal sırasında üstlerinden “Türklere yüz vermemek ve ağır biçimde cezalandırılacaklarını onlara duyurmak”, Dışişleri Bakanı LordBalfour’dan da “Türklerin yakınlaşma ve dostluk kurma girişimlerinden de kaçınmak” direktiflerini almışlardı. 42

Mondros Mütarekesi Fransız heyeti başkanı Berthelot Türkler için şöyle diyordu:

… Avrupa’dan çıkarılmış olmaları, ahlaki ve tarihsel bir bakış açısıyla hukukun zaferini temsil etmektedir. İstanbul’un Türkler tarafından alınması Orta Çağ’ın sonunu işaretliyordu. İstanbul’u boşaltmaları da yeni bir çağın başlangıcını gösterecektir.43

Kazım Karabekir Paşa

Elbette Avrupalı devletlerin bu planı başarıya ulaşamadı. Çünkü Türk Milleti, bizzat varlığına kasteden bu düşmanlarını onurlu bir Milli Mücadele ile püskürttü ve bağımsızlığını korudu. Bu mücadele, emperyalist güçlerin on yıllardır ısrarla tekrarladıkları “Türkleri Avrupa’dan atma, yok etme” planlarını da kesin olarak suya düşürmüş oluyordu. Türk ordusunun Yunan işgaline karşı gösterdiği başarılar üzerine düzenlenen Londra Konferansı sırasında İngiliz Başbakanı Lloyd George, büyük bir çirkinlikle Türkleri “bir insanlık kanseri, kötü yönettikleri toprakların etine işlemiş bir yara” olarak tanımlamış, ancak gelişmeler karşısındaki endişesini şöyle ifade etmişti: “Bu belayı ve potansiyel dert kaynağını Avrupa’dan def etmek gibi büyük bir fırsatı şu anda gerçekten de kaçırıyor olabiliriz.” 44

Şayet Kurtuluş Savaşı kazanılmamış ve Lozan aşamasına gelinmemiş olsaydı başta İngiltere olmak üzere Batılı devletler, bu emperyalist planı hiç tereddüt etmeden uygulayacaklardı. Ali Naci Karacan bunu şöyle anlatır:

“Trakya Yunanistan’ın olacaktı; İstanbul beynelmilel (uluslararası) olacaktı; Batı Anadolu Yunan sömürgesi olacaktı; Doğu Anadolu Ermenistan olacaktı; Adana Fransız sömürgesi olacaktı; Antalya, İtalyan sömürgesi olacaktı; ordumuz olmayacaktı; donanmamız olmayacaktı; saray, büyük, küçük bütün devletlerin denetiminde ve Orta Anadolu’da bir iki vilayet bu sarayın çiftliği hükmünde kalacaktı. Maliyemiz, adliyemiz, nafıamız, harbiyemiz, denizciliğimiz, kara sınırlarımız, boğazlarımız, doğrudan doğruya maarifimiz ve bütün diğer müesseselerimiz Saray’ın esir hükümetleri vasıtasıyla yabancı kontrolü altında bulunacaktı. Türk Milleti köle, yabancı ve Hıristiyanlar Türk Milleti’nin efendisi olacaktı. Nüfuz bölgeleri coğrafi birliği, milli eğitimin kontrolü milli birliği imkansız bırakacak, yabancılara bağışlanan imtiyazlar ekonomi ve ticarette kazanç hakkını kaldırarak büyük şehirlerde ve sahillerde yaşayan Türkler dağıtılacak, öyle istiyorlardı ki, ölmez Türk Milleti ölecek, bu milletin devleti sona erecek, Akdeniz ve Marmara sularında bir daha türk bayrağı görünmeyecekti. İstedikleri bu idi, “SevresAntlaşması”nın anlamı budur.

İstanbul’un işgal günü İngiliz bahriyelileri Galata Köprüsü’nden geçerken
(16 Mart 1920)

O zaman bir tek erimiz, bir tek silahımız yoktu. Tek ümit ve kuvvetimiz şu idi: Neler olduğunu hepimiz biliyoruz. Kutsal ihtilal İzmir dağlarında Yunanlılara, Antep kapılarında Adana istila kuvvetine, doğu sınırında Ermenistan kuvvetlerine karşı koydu. Ermenistan’ı, Adana istilasını, Yunanistan’ı yendik. Antalya istilası çekilip gitti. Gidenlere ne mutlu, çünkü canlarını kurtardılar. Kalanlar ise Anadolu topraklarının altında yatıyorlar. Bugün Batı Anadolu, Doğu Anadolu, Adana, Trakya, Antalya, Hatay, boğazlar ve İstanbul bizimdir; ordumuz vardır, donanmamız vardır, saray yoktur, maliyemiz, adliyemiz, nafıamız, harbiyemiz, denizciliğimiz serbesttir. Efendiyiz. Coğrafi birlik, milli birlik gerçekleşmiştir. Türkiye’de en imtiyazlı insan yine Türk’tür. Büyük küçük bizimle savaşan bütün devletler Türk Milleti’nin iradesini onaylamışlardır. İstiklal Savaşı’nın gayesi bu idi, Lozan Antlaşması’nın anlamı budur.”45

Kısacası, İngiltere’nin başını çektiği Avrupa emperyalizmi, kendince Osmanlı Ali Naci Karacan ve Lozan Konferansının detaylarına yer verdiği kitabının kapağı

İmparatorluğu’nu yıkarak Türk Milleti’ni ortadan kaldırmayı hedefledi. 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinin dünya siyasetini belirleyen en önemli unsurlarından biri, bu “Osmanlı’yı paylaşıp yok etme” planıydı.

O dönemde “Şark Meselesi” olarak da bilinen bu çirkin plan, öncelikle İngiltere tarafından yürütülmüştü. İngiltere ise, önceki sayfalarda incelediğimiz gibi, bu planı sadece askeri ve siyasi gücüyle değil, aynı zamanda bir “propaganda savaşı” ile yürütmüştü. Klasik sömürgeci yöntemi kullanılmıştı: Toprağı işgal edilip kendisi köleleştirilecek olan millet, “geri, ilkel, barbar, vahşi” gibi sıfatlarla karalanmıştı. Hatta Kolomb zamanından beri emperyalistler tarafından dile getirilen “yarı insan” yalanı kullanılmış ve aziz Türk Milleti için “insanlığın insan olmayan numuneleri” denmişti. Şüphesiz bu çok çirkin bir hezeyandı.

Bir başka deyişle, Sosyal Darwinizm Osmanlı İmparatorluğu’na ve Türk Milleti’ne karşı devreye sokulmuştu. Kendilerini çok “medeni ve ileri” sayan Batı’nın ırkçı emperyalistleri, Sosyal Darwinizm safsatasıyla tecavüzlerine dayanak bulmuşlar, Türk yurdu Anadolu’yu bölüşmeye kalkma cüretini göstermişlerdi. Çanakkale’de, Galiçya’da, Irak’ta, Kanal’da ya da Suriye’de Türk evlatlarına kurşun sıkanların dayandıkları “felsefi” temel, Sosyal Darwinizm’di…

Ve Sosyal Darwinizm’i özellikle Türk Milleti’ni hedef alacak şekilde formüle eden kişi de, bizzat Charles Darwin’di…

http://www.harunyahya.org/tr/Kitaplar/591/darwinin-turk-dusmanligi/chapter/7012

ETİKETLER:
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.